Atatürk’ün hastalığı dünyaya yayıldığı zaman bu ihtiyar kürenin her tarafından yüzlerce ve yüzbinlerce mektup aktı. Bunların arasında ev ilaçları tarif edenler, doktor tavsiye edenler, hatta muska ve dua gönderenler dahi vardı.
Bir akşam bahçede otururken kendisine tercüme edilmiş bir mektup getirdiler. Mektup Güney Amerika’nın ortalarında oturan bir rahibeden geliyordu. İspanyolca olan bu mektubun hatırımda kaldığı metni aşağı yukarı şöyle idi:
“Sizin yaşamanız lâzımdır. Sizin iyi olmanız beşeriyet için lâzımdır. Onun için her akşam bu manastırdaki rahibeler Tanrı’dan size sıhhat temenni ediyorlar. Birçok hemşireler sizin sıhhatinizin iadesi için aylık oruç tutuyorlar.”
(Münir Hayri Egeli, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk)
Vali yanıt verir; Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
"Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan" der ve eliyle de boyun
altı hizasını gösterir.
Şıh; "Emrin olur Paşam" diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Valiyi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır.
Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka görünüme bürünülmüştür.
Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
"Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız? " Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
"Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim" der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler.
Yazıda söyle yazmaktadır;
"İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
Sakarya savaşından sonra idi. Ilık bir güz sabahı. Akşehir'in pazar yeri karınca yuvası gibi kaynıyor. Bin ağızdan bin ses.Bir aralık, ortalıktaki uğultu perde perde sönmeye başlıyor, pazar yerini bir tapınak sessizliği kaplıyor. Yalnız kulaktan kulağa bir fısıltı:
- Gazi gelmiş, gazi.
Bütün gözler bakışlarıyla aynı yöne dönüyor; Gazi, o ölçülü güzel yürüyüşüyle yavaş yavaş ilerlemekte, ara sıra sergilerin önünde durup ilgilenmekte. Belli, alış-verişe çıkmış; ama O, başka bir şey değil yalnız gönül alıyor. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların kesimine geliyor.
- Nasılsınız bacılar ?
- Sağ ol Paşam,
Kadınlar Paşalarına özlem dolu gözlerle kana kana seyrederken kendilerini tutamıyorlar:
- Güzel Paşam.
- Yiğit Paşam .
- Yiğitlerin yiğidi Paşam.
Paşa utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine soruyor:
- Erin var mı bacım?
- Var Paşam, cephede.
- Ya senin ?
- Kanı helal olsun, benimki Çanakkalede kaldı. Gazi daha sonra soracak, soracak ama yüreği yanıklardan alacağı yanıtların çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale'sinden sonra Kafkas'ı, Kanal'ı, Galiçya'sı, İnönü'sü, Sakarya'sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiç birşey istemeyen, beklemeyen seslerle.
Paşa, gözleri buğulanmış, bir an düşünüyor ve hemen, bu kez, sakin adımlarla, geldiği yana yöneliyor, bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor.
O gün pazardan köye dönen bacıların parmakları, Gazi'nin armağan ettiği yüzüklerle süslü, yürekleri yaşantılarının övüncü ile dolu idi.
YERE DÜŞEN BARDAKLAR
Az önce küme küme, birbirinden ayrı, birbirinden uzak birer alem yaşayan bahçe halkı ansızın ortak bir topluluk gibi aynı duygunun çevresinde birleşmiş oldu. Atatürk'ün onları öylesine büyülemiş, gönüllerini o denli kaynaştırmıştı. Onun toplayıcı gücü kendini burada da göstermiş.
Oraya boğaziçi mehtabının tadını çıkarmaya gelenlerin gözüne., O'ndan başka her şey ratık görünmez olmuştu. Müzik susmuş, şimdi herkes, okşanan bakışlarla O'na bakıyor, sesini duymak için konuşmasını bekliyor.
Oysa, kendisi buraya birkaç saat kendi kimliğinden ve çevresinden uzak, etkisiz,protokolsuz, sıradan bir yurttaş özgürlüğünü yaşamak için gelmişti.
Bakyı olmuyor. Üstelik eğlencesini bir yana koyan halkın, kendisinden bir şeyler beklediğini de görmekte. Ata bir gence yönelerek bu bekleyişe son veriyor:
- Siz delikanlı, ne iş yapıyorsunuz ?
Delikanlı biraz şaşkın , ama çok mutlu, ayağa kalkıyor:
- Resim yaparım Paşam.
- Güzel. Demek sanatçısınız.. Şimdi bize sanatın ne olduğunu anlatır mısınız ?
Genç, sanatın tanımını yapıyor. Ata toluluğa bakarak:
- Nasıl ? Bu tanımı nasıl buldunuz ?
Diyerek bir konuşma açıyor.
Müzikle uğraştığı başka bir genç kalkıyor, değişik bir tanım yapıyor. Bu akademik konuşma umulandan çok ilgi topluyor, tartışma genelleşiyor, söz isteyenler parmak kaldırıyor. Derken konu değişiyor. Bu kez hukuk ele alınıyor.
Herkes kulak kesilmiş, Atatürk'ün bu konular üzerindeki düşünceleri dinlerken araya beklenmedik bir olay giriyor. Eşi ve ***********yle bir köşede oturan yaşlıca bir efendinin elinden nasılsa bir bardak kurtuluyor ve o sessizlik içnde kulakları irkilten bir gürültü ile yerde parçalanıyor. Herkesin yerici gözleri bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor.Adamcağız nerede ise, sakarlığının verdiği utançtan ölecek. Demeye kalmadan ikinci bir şangırtı, bu kez bakışlarını kendi bardağınıda yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Ata'nın gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine çekiyor.
Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun,çok uzun alkışlarla anlatıyor.
ATATÜRK SÜNNET DÜĞÜNÜNDE
Mehtaplı bir yaz sonu gecesi , Boğaziçi kıyılarını okşarcasına bir motor geçiyordu. İlk geçişi değildi.Onun için herkes o motoru tanır, içinde kimin bulunduğunu bilir, bilindiği için tekne uzaktan görünür görünmez kadın erkek, çoluk çocuk, herkes kıyılara dökülür, yalı pencerelerinden sarkar, çılgınca alkış tutarak "Hoş geldin, yaşa Atatürk!" diye haykırırdı. Sevinç göz yaşlarını da tutamazdı. Atatürk de halkın bu coşkun sevgisini elini sallayarak, kadehini kaldırarak karşılardı.
O gece de öyle olmuştu. Acar motoru önce rumeli yakasını kıyı kıyı geçmiş, sonra Anadolu yakası boyunca geri dönüyordu.
Bir yalının önünden geçilirken, bahçe, sevinçli bir olayı kutlamakta olduğu belli olan bir topluluğun alkışları arasında yalvaran, direnen çağrı haykırışları yükseldi.
Ata, "Yanaşalım."dedi. Böylece, sünnet düğünü olduğu anlaşılan bu derneğe Ata'nın katılması oradakiler için unutulmayacak bir mutluluk oldu. Atatürk *********** sevdi, analarını babalarını kutladı; ortalığı bir bayram havası kapladı.
Ata bir aralık kalem kağıt alıp yazdığı bir belgeyi ***********n babasına şu sözleri katarak verdi:
- Biz düğününüz olduğunu bilseydik hazırlıklı gelirdik, şimdi *********** sevindirecek bir şeyimiz yok. Siz yarın bu kağıtla İş bankası'na uğrar, sonra çocuklara bizim adımıza birer armağan alırsınız.
Çocukların babası kağıdı saygı ile eline aldı ve:
- Atam, dedi, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu kağıt değerince olamaz; izin verin, bunu ailemizin ve ***********mın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.
Ata adamın bu ince düşünüşü ve tokgözlülügünden çok daha duygulandı ve şu yanıtı verdi:
- Peki, siz bu kağıdı saklayın, yarın yerine bankaya uğrayın ve *********** bizim adımıza sevindirin.
ATATÜRK'ÜN HOŞ FIKRALARINDAN
KÖY AĞASININ SİLAHLIĞI
"Arabınkibi Araba, Aceminkini Aceme geri verirsek bize uzun kollu bir buhara hırkasından başka birşey kalmaz."
Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı birkaç ülkücünün dilimizde denemek istedikleri "tasfiye" işini Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.
Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.
Türkün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türkün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir anlayış beslerdi. "Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi ?" diye soruyor ve bu sözü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: "Araplarla tanışıncaya dek türkün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus, insaf, vicdan gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türkün de tarihte gaflet anları olmuş, birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız."
Atatürk, bir ulusun, dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:
"Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış... Kurulanmış... Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.
Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çırpınan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: "Görenler Allah için söylesin, ben bu kılıkta gelebilir miydim ?"
Ata öyküsüne şunu da katardı:
- Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama Türkün, yurdundan dilsiz çıkmadığına hala akıl erdiremeyen gafiller vardır.
ATATÜRK 'LE ÇOBAN
Atatürk arada bir güzel havalarda kırlara çıkmayı severdi. Bir arabaya atlar, bir süre gittikten sonra arabadan iner, biraz da yaya dolaşırdı.
Böyle bir gezinti sırasında dağ başında, kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girmiş, sürüden, koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Sen Atatürk'ü bilir misin ?
- Bilmez miyim efendi ? Ona Gazi Paşa da derler.
- Peki, ne yapmış Gazi Paşa ?
- Efendi, onun neler yaptığını sen benden iyi bileceğin.
- Onu görmek ister misin?
- Ah, Efendi, istemem mi, ama ben onu nerden göreyim ?
- Öyleyse bana bak, o bana çok benzer.
Çoban övünme sandığı bu söz üzerine dudak bükerek:
- Hadi ordan! Senin kılığında Atatürk mü olur ? Sakalın bıyığın bile yok, karşılığını vermiş.
Ata, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir anı olarak anlatır ve şöyle bitirirdi.
- Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı sakallı kalmaya razı oldum.
AYŞE KADIN
Atatürk, sırası geldikçe, başından geçen hoş serüvenleri, birazda çeşnilendirerek anlatmaktan hoşlanırdı. Bir gün sofrada laf dönüp dolaşarak ev kadınlığı konusuna dayanmıştı. Bir ara Ata gülerek:
- Durun size bu konunun bana hatırlattığı bir hikayeyi anlatayım, dedi.
Hikaye şu:
Kızı Sabiha Gökçen Eskişehir'de uçak birliğinde görevli iken birkaç günlüğüne Ankara'ya gelmiş. Dönmek için ayrılacağı sırada Atatürk'e, köşkte ortalığı gereğince bakımlı ve düzenli bulmadığını, erkeklerin bu işleri beceremediğini söyleyerek şöyle bir öneride bulunmuş: Eskişehir'de kendisine hizmet eden aklı başında, hamarat, yapacağını bilen, yaşlı başlı kadıncağız varmış, tam buraya göre biçilmiş kaftan; onu köşke gönderecek; kendisi nasıl olsa birini bulabilecek.
Ata, Gökçen'in dediği gibi ortalıkta bakımsızlık görmüyor ama "kimi, kadın gözü başka,buraya bir kadın eli değse her şey kim bilir nasıl değişiverecek." diye düşünmüş ve "Çok iyi, o kadını gönder sen!" demiş. Kadın üç gün sonra gelmiş.
Ata, dili düzgün, az çok okuryazar, görgülü, hanım kılıklı bir kadın beklerken bir de ne görsün: şalvarlı, saf bir nine.
Ata onun yapacağı işleri anlatmaya girişince:
- Bilirim, bilirim, Gökçen Hanım kızım bana hepsini belirtti. Süpüreceğim, toz alacağım, ortalığın düzenine bakacağım, zil çalınca koşup ne buyurduğunu soracağım, sen hiç merak etme, demiş.
Kadıncağız güya işe başlamış, ama telefon zili ile çağırma zilini bir türlü ayırt edemiyor. Ne zaman telefon zilinin çaldığını duysa "Buyur Paşam." diyerek Ata'nın yanına koşarmış.
Bir gün gitmiş:
- Paşa demiş, ben o hortumlu makinayı rahat kullanamıyorum, sen pazardan bana bir süpürge al e'mi ?
Paşa, pazara gidip kendisine boy boy süpürgeler alacağını vaat ederek savmış ama bir yandan da, kalbini kırmadan, başından bütün bütün nasıl savacağını düşünmeye başlamış.
Ertesi gün çağırmış:
- Ayşe kadın, demiş, Gökçen Hanım'dan mektup geldi, sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi ?
Kadın düşünmüş, düşünmüş:
- Bilirdim ben, bilirdim bensiz yapamayacağını, ama seninde hatırını kırmak istemedim de geldim; iznin olursa varayım bari, yazık olur kızıma! demiş.
Atatürk de, bağrına taş basarak (!) ertesi gün onu yolcu etmiş.
MAKBULE HANIM'IN PEMBE ODASI
Ata yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin böyle umulmadık davranışları olabileceğini belirtmek isterdi. Nitekim gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler yazdığını, bir aralık ticarete heveslenip annesinde bulunduğunu bildiği parayı bu iş için istediğini, annesinin parayı kendisine verirken "Baban da bu yolda epey para batırmıştı."diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda batırdığını uzun uzun anlatır, yaşantısının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.
Bir gün kardeşi, Makbule Hanım'ın da bir saflığını ele almıştı.
Bilindiği gibi, Yunan hükümeti Ata'nın çocukluğunu geçirmiş olduğu Selanik'teki baba evini kamulaştırarak bir anıt haline sokmuş, anahtarını da kendisine sunmuştu.
Atatürk bu jestten çok duygulanmış, olayı kız kardeşine anlatmış.
Makbule Hanım'ın tepkisi şöyle olmuş:
- Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı, yine bana ayrılsın.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu anlayış Ata'nın pek tuhafına gitmiş ve olayı sofrada gülerek anlatmaktan kendini alamamıştı.
ATA'NIN ANAFARTALAR'DAN BİR ANISI
Atatürk Anafartalar'da düşmanı şaşkına çevirirken gerektikçe hısımının durumundan bilgi edinmek için "Bir dil yakalayın!" der, Mehmetçikler de ne yapıp yapıp karşı taraftan asker yakalar getirirlermiş.
Bir gün getirilen dilden gerekli bilgiler alındıktan sonra Ata sormuş:
- Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için ta oradan buraya gelmişsin ?
Zelandalının bunu sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine Ata:
- İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin! deyince tutsak şu karşılıkta bulunmuş:
- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim? Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim!
Meğer Mehmetçik, Zelandalıyı en can alacak bir yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya dek sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden Türk siperlerine deyin sürmüş.
Ata bu öyküyü anlatır. Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule gülerdi.
ATATÜRK'ÜN ANLATTIKLARINDAN
KOLAĞASI MUSTAFA KEMAL GİRİT ADASINDA
Meşrutiyet ilan edilmiş, ülkenin her bucağı düğün bayram içinde. O sırada Kolağası Mustafa Kemal Bey siyasal bir görevle Garp Trablus'a giderken bindiği gemi Girit'in, Hanya limanına uğruyor.
Anayurttaki sevinç ve heyecana candan katılan ada Türkleri gemiden çıkan yolculardan vapurda bir Türk subayının, hem de Abdülhamit'e karşı ayaklanan subaylardan birinin bulunduğunu haber alınca hemen bir çağrı kurulu gönderirler, selamlarını, sevgilerini, özlemlerini ulaştırıp karaya çıkmasını yalvarırlar. Vapur orada birkaç saat kalacağı için gönülden gelen bu çağrıyı Mustafa Kemal geri çevirmez.
Öykünün arkasını kendisinden dinleyelim: "Vapurdan indik, karaya çıktık. Bana sevgi ile özlemle bakan halkın arasında gerçek Türk mahallesinde, ortasında bahçe içinde küçük bir köşk bulunan küçük bir meydanlığa geldik. Oranın belli başlı kişileri bizi o köşkte bekliyorlarmış. Meşrutiyetin ilanıyla doğan şaşalı umutlardan söz ederken dışarıda halkın toplandığını gördüm. Çıkıp onları selamlamak, gönüllerini hoş etmek gerekti. Çıktım. Candan karşılandım. Ben de candan konuştum. Bu çok heyecanlı bir karşılaşma olmuştu. Bir aralık baktım, uzaktan bir Yunan subayı geliyor. Adamın tavrından halkı dağıtmak için beni susturmaya geldiğini anladım. Onun sözüyle susmuş olmayı kendime yediremezdim. Konuşmam da sonuna gelmişti. O yaklaşıncaya dek ben sözümü bitirmiş, halkı selamlayarak çekilmiştim. Çekilirken de dikkat ettim, adamcağız kendisine boy gösterme fırsatı kalmadığı için üzüntülü bir şaşkınlığa uğramıştı."
MUTLU BİR DALGINLIK
Savaşın sıkışık zamanlarında orduya bozgun yaratabilecek davranışların komutanların hemen o anda kendi elleriyle ölümle cezalandırılmaları bir görenektir. Birinci cihan savaşında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutan dile düşmüştü.
Bir gün Atatürk'ün sofrasında bu konu ele alınmış, tartışılıyordu. Kendisi bu çareye hiç bir zaman baş vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz ve duygusuz kişiler olduğunu söyleyerek:
- Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık beni bu kara lekeden kurtarmış oldu. Diyerek olayı anlattı:
Kurtuluş savaşının başında, herkesin kendisini sorumsuz birer baş saydığı o günlerde bir tanıdığının, hiç bir hoşgörürlükle bağışlanamayacak ağır, çok ağır bir suç işlediğini haber almış. O denli üzülmüş ve öfkelenmiş ki ne olursa olsun, o herifin cezasını kendi eliyle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapılmış. Hemen arabasına binerek suçlunun kırdaki evine koşmuş. Yolda giderken de, pantolonun arka cebinde duran tabancasını, kolaylık olsun diye paltosunun cebine aktarmış.
Arabayı uzaktan görüp tanıyan adam konuğunu buyur etmek üzere evin kapısını açarken Ata da bahçe kapısından içeri giriyormuş. Hemen o anda tabancasını çekmek için elini arka cebine atmış, cebi boş!
Tabancanın yerini değiştirmiş bulunduğunu hatırlayıncaya dek adam işi anlamış, hemen geri dönerek arka pencereden atlamış ve o semtin bağları içinde görünmez olmuş.
Ata onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan başka bir şey yapamadığını anlattıktan sonra sözünü şöyle bitirmişti:
- İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu mutlu dalgınlık kurtarmıştı.
MUSTAFA KEMAL VE GENERAL TOWNSHEND
Birinci Dünya Savaşında Irak'ta İngilizlerle savaşıyorduk. Bir aralık ele geçirdikleri Kutülemara kalesini az sonra bizim ordu çevirmiş, epey uğraştıktan sonra düşürmüş, içindekileri de komutanları general Townshend ile birlikte tutsak etmişti. Komutan İstanbul'a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada'da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü.
Anadolu'da Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra General Townshend'in güney kıyılarındaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Ata onu Konya'da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca general şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor:
- Af edersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka kemal sanmıştım.
- Nasıl bir Kemal ?
- Kutülemara'da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...
- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz. Buyurun, oturun.
General oturur. İki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.
General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Paşa şöyle bir öneride bulunur:
- Ben Ankara'ya döneceğim. Orada içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim? Onlarla da tanışmış olursunuz.
Ankara'ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönmek üzere vedalaşırken Paşa ona soruyor:
- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?
- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.
Paşanın karşılığı şu olmuş:
- Bunu biliyordum; fakat bu halin size de sezdirecek derecede olduğunu şimdi anlamış oluyorum.
SAKARYA SAVAŞINDAN DÖNÜŞ
Sakarya Meydan Savaşı Türk silahları utkusu ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönüyormuş. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başbuğuna törenli bir karşılama düzenlemişler,Ankara garından başlayarak şehre doğru yolun iki yarısında sıra ile dizilen hükümet ve meclis üyeleri, öğrenciler, esnaf ve halk, Gazi gittikçe alkış tutuyorlar ve arkasına takılarak büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.
Meclis binasının önüne gelinmiş, gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: "Cemaat" halinde Hacı Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun "yüksek maneviyatının yardımıyla" kazanılan bu büyük utku için orada dua edilecek, sonra Meclis'e dönülerek nutuklar okunacak.
Gazi:
- Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! deyip doğruca Meclis binasına sapmış.
Ata bu olayı anlatırken sözüne şunu da kattı idi:
- Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yetersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilen gücün evliyaların, yatırların "maneviyatı" olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.
ATATÜRK'ÜN KİMLİK NUMARASI ''10000000146'' OLARAK BELİRLENDİ...
İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen MERNİS Projesi hakkında ANAP TBMM Grubu'na bilgi sundu.
Projenin 2002 sonunda tamamlanacağını kaydeden Atış şimdiye kadar 125 milyon kişiye Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası verildiğini açıkladı.
Atış sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Ulu Önder Atatürk'e özel bir kimlik numarası verildiğini bildirerek Atatürk'ün numarasının ''10000000146'' olarak belirlendiğini söyledi.
Türkİye'de ölü ya da diri tam 126 milyon kişi numaralandı. 11 rakamdan oluşan "Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numaraları" içinde en prestijli numara Atatürk'e verildi. Bu aynı zamanda ilk numara: 10000000146.
Geçtiğimiz 29 Ekim'de Türkiye'de kimlik numarası verme işlemi bütün ilçe nüfus müdürlüklerinde aynı anda başladı. Bilgisayarlar yardımı ile 100 milyon 1'den başlayarak 999 milyon 999'a kadar herkese karışık olarak numaralar verildi. Numaralarda kimseye ayrıcalık tanınmadı. Atatürk için özel bir numara seçildi.
YÜZ MİLYON BİR'İN ÖZELLİĞİ
'Merkezi Nüfus İşleri Sistemi' adı verilen projenin başdanışmanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan "Sistem 11 rakamdan oluşuyor. Ancak son 2 rakam numaranın güvenliğini sağlamak amaçlı konuyor. Dolayısıyla son iki rakamı devreden çıkardığımızda Atatürk'ün numarası sistemin ilk başlangıç numarası olan 100000001 (Yüz milyon bir). Sonundaki rakam 46 ise bir hataya sebebiyet verilmemek için kullanılan güvenlik numarası" dedi.
1923’te 10 yaşındaki Amerikalı bir çocuk Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazdı ve resim istedi. Türk tarihinin en karışık günlerinde çocuğa cevap yazan Gazi, bir de tavsiyede bulundu:Türkler hakkında her söylenene araştırmadan inanma!
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yazdığı ilk özel mektubu Amerika'da bulduk. Mektup, Cumhuriyet'i kurduğu, gericiler ve vatan hainleriyle insanüstü bir mücadele verdiği günlerde, Atatürk'ün, 10 yaşındaki bir Amerikalı çocuğun mektubuna cevap verecek zamanı bulup, dış ilişkiler ve propagandaya gösterdiği önemi bir kere daha gösteriyor.
Bugün 85 yaşında olan ve ABD'nin küçük bir şehrinde yaşayan Curtis LaFrance, o zamanlar 10 yaşında bir çocuktu. Amerikan bağımsızlık mücadelesinin kahramanı, yeni kıtaya ‘özgürlük’ fikrini aşılayan Fransız Lafayette'in soyundan geliyordu. Özgürlük hikayeleriyle büyümüştü. Çok uzak bir ülkede, tam 9000 kilometre ötede, Anadolu'da verilen Kurtuluş Savaşı kanını kaynattı. ‘Angora’(Ankara) adlı küçük şehirde kurulan yeni devletin Reis'iyle yapılmış bir röportaj gördü bir gazetede. Heyecanlandı, etkilendi.
Yaşına başına bakmadan oturup - tesadüfe bakın ki, Cumhuriyet'in ilanından tam bir gün önce, 28 Ekim 1923 günü - Gazi Paşa'ya bir mektup yazdı. Bir imzalı fotoğraf istedi uzaktaki kahramanından. Pek umudu yoktu ama, çocukluk heyecanıyla bekledi yine de. Derken bir gün bir mektup getirdi postacı. İlk kez kendi adına yazılmış bir mektup. 10 yaşındaki ‘Mister’ Curtis LaFrance'a. Hem de kimden! Çocuk içgüdüsüyle uzaktan önemini anlayıp hayran olduğu Gazi Mustafa Kemal'den.
‘O zaman çok sevindim tabii ama hadisenin önemini yıllır sonra idrak ettim. Yaşım ilerledikçe heyecanım arttı, okuyup Atatürk’ün kim olduğunu anlayınca hayranlığım arttı. Ne kadar şanslı olduğumu çok sonraları anladım.' Curtis'in, ilkokul son sınıf öğrencisiyken, babasının daktilosunda oturup yazdığı mektup şöyle :
‘Gazi Mustafa Kemal Paşa Angora-Türkiye
Sayın Efendim,
Ben 10 yaşında, Amerikalı bir çocuğum. Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve Bayan Kemal hakkında bir röportaj okudum. Türkiye hakkında bir defterim var ve şimdiden siz ve Bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa bir küçük not ve bir imzalı fotoğrafınızı gönderin. Birgün, Türkiye’yi görebileceğimi umut ediyorum. Saygılarımla,
Curtis LaFrance'
Türk tarihinin belki de en zorlu dönemlerinde, Amerikalı küçük bir çocuğu ciddiye alan, vakit ayıran, oturup eliyle bir mektup yazan Gazi Mustafa Kemal, bir de bu mektubu İngilizce'ye çevirtip daktilo ettirmiş. Adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin hâlâ bugün bile uğrayacağı haksızlıkları önceden bilmiş ve 27 Kasım 1923 tarihli mektubunda Curtis'e şu nasihatte bulunmuş:
‘Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti - Hususi
Ankara, 27.11.1339 (1923)
Mister Kurtis LaFrans'a
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alâka ve temenniyatınıza (iyi düşüncelerinize) teşekkür ederim. Arzunuz vechiyle (arzu ettiğiniz şekilde) bir aded fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum. Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegâne tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla (gerçekmiş gibi) bakmayıp kanaatlerini mutlaka ilm; ve esaslı tedkikata (araştırmalara) isnad ettirmeye (dayandırmaya) bilhassa atf-ı ehemmiyet eylemeleridir (önem vermeleridir). Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı (başarılı ve mutlu olmanızı) temenni eylerim.
Türkiye Reisicümhuru Gazi Mustafa Kemal'
LaFrance iş hayatına atıldıktan sonra Ankara'da Polatlı Belediyesi'ne itfaiye aracı sattığını, yıllar önce ise gemiyle çıktığı bir Akdeniz gezisinde İstanbul'u ziyaret ederek çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini söylüyor.
85 yaşındaki LaFrance:
‘1938’de Atatürk'ün ölüm haberi geldiğinde 25 yaşında bir delikanlıydım.
Niye ağladığımı kimse anlamadı.'
LaFayette kimdir?
LaFayette Markisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında İngilizlere karşı Amerikalıların yanında savaşan bir Fransız aristokrattır. Fransız Devrimi'nin ilk yıllarında, devrimci burjuvazinin saflarında yer alarak Fransa'nın en güçlü kişisi olan Lafayette, Amerikan Bağımsızlık savaşı'nın patlak vermesinden 27 ay sonra Temmuz 1777'de Philadelphia'ya gitti. Burada koloni sakinleri tarafından generalliğe atanan Lafayette, kısa zamanda başkomutan George Washington ile yıllarca sürecek bir dostluk kurdu. 1780'de Vidginia'daki bir ordunun komutanlığına getirildi. İngilizleri Virginia'dan geri çekilmek zorunda bıraktıktan sonra ‘İki dünyanın kahramanı’ olarak göklere çıkartıldı. 1782 yılında Fransa'ya döndüğünde tuğgeneral rütbesine yükseldi. 1784 yılında Amerika'ya yaptığı gezi sırasında birçok eyalet kendisine yurttaşlık hakkı tanıdı. Lafayette bundan sonra liberal aristokratların önderi, dinsel hoşgörünün ve köle ticaretinin kaldırılmasının hararetli bir yandaşı oldu.
"Atatürk" lafını ilk kez dönemin Türk Dil Kurumu Başkanı bir konuşmasında kullanmış, Mustafa Kemal'de çok beğenerek soyadı olarak almıştı. Kendisine "Ata" diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı.
2. En sevdiği yemek kuru fasulye ve pilavdır.
Manastır Askeri Lisesi yıllarından kalan bir alışkanlıkla hayatı boyunca en sevdiği yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldı. Tatlıya düşkün değildi ama canı istediğinde çok sevdiği gül reçelini tercih ederdi.
3. En büyük hayali dünya turuna çıkmaktı
Ömrü yetseydi bir dünya turuna çıkıp Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmek en büyük hayaliydi.
4. Başucu kitabı Çalıkuşu'ydu
Binlerce kitabı vardı. Ama bunların arasında bir tanesini hayatı boyunca hatta cephede bile başucundan ayırmadı. Reşat Nuri Güntekin´in ünlü "Çalıkuşu" romanını hep yanında taşır, her gün rast gele bir yerinden acar, birkaç sayfa okurdu.
5. Kabul salonundaki at yavrusu
Atlardan sonra en sevdiği hayvan köpekti. "Fox" adını verdiği köpeği, Gazi`nin yatağının ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara düşkünlüğü o dereceydi ki bir gün misafirlerinin de görebilmesi için yeni doğmuş bir tayla annesinin Çankaya Köşkü kabul salonuna getirilmesini bile emretmişti.
6. Tam bir salon adamıydı
En sevdiği dans valsti. Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu. Klasik Batı müziği dışında Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.
7. Gömleklerinin tümü beyazdı
Gömleklerinin hepsi beyazdı. Bu gömlekler ilk yıllarda İsviçrede özel olarak dikilirken sonra yerli malı kullanma kampanyasına öncülük edebilmek için Beyoğlunda bir terziye diktirilmeye başlanmıştı.
8. Lacivert takım elbise giymezdi
Takım elbiselerinin tasarımlarını hep kendisi çizerdi. Lacivert takım giymeyi sevmezdi.
9. Beden ölçüleri
Boyu 1.74 idi. Hayatinin son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46´ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi.
10. Rumeli şivesi
Özenli ve temiz bir Türkçe konuşurdu. Ancak bazı kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi.
Ulu Önder Atatürk'ün Soy Ağacı - Atatürk'ün Soy Kütüğü
(Cumhuriyetimizin Kurucusu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Şeceresi) Sultan Murat Hüdavengidar zamanında başlamak üzere, bütün Türk Devleti padişahlık döneminde, Rumeli'yi Balkanlar'ı ve Avrupa'yı Türkleştirmek için soyunda ve sopunda hiçbir karışım olmayan Türk ailelerinden oluşan özel güçleri buralara göndermişlerdir.
Bu göçlerin büyük çoğunluğu Oğuz Türkleri, Müslüman Oğuzların Yörük Türkmen boylarından gönderilen aileler teşkil ermektedir. Müslüman Oğuzların, Tanrıdağı ve Karagöz Yörüklerinden olup, Konya ve Aydın yöresine yerleşmiş bulunan isimler, teker teker yazılı bulunmaktadır.
Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır.
Buradaki, 950 tarih ve 82 numaralı l yazıcı defteri ile 1051 tarih ve 469 numaralı il yazıcı defterinde Anadolu'dan Rumeli'ye geçen Türk boy ve ailelerinin isimleri açıkça yazılı bulunmaktadır.
Bunların Müslüman Oğuz Türk'ü Yörük Türkmen boylarından oluşan ailelerinin kimler olduğunu kayıtlarda belirtmektedir.
İşte bu kayıtlarda, Ulu Önder Atatürk'ün atalarının, Anadolu'dan Konya ve Aydın yöresinden geldiği yazılmaktadır. Atatürk'ün dedeleri; Anadolu'dan Rumeli'ye gidip, Makedonya'nın Manastır Vilayeti'nin derbei bala sancağına bağlı bulunan Kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Alüş Efendi derlerdi.Kocacık Nahiyesinin tamamı Türk'tür.
Atatürk kocacık Nahiyesine yerleşen ailelerden olan Hafız Ahmet Efendi'nin torunudur. Hafız Ahmet Efendi'nin saçları kırmızı olduğu için adına "Kırmızı Hafız Efendi" derlerdi. Ulu Önder Atatürk'ün dedesi kırmızı Hafız Efendi kocacık Nahiyesinde ilkokul eğitmenliği yapmakta idi.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi de bu kocacık nahiyesinde dünyaya geldi. Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendiye Alüş Efendi derlerdi. Kocacık nahiyesi tamamen Türk'tü.
Burada yerleşenlerin çoğu Aydın ve Konya yöresinden gelen Türklerdir. Hatta bu aileler Yörük Türkmenleridir. Bu Yörük Türkmenlerinin Tanrıdağı ve Karagöz olduğu yukarıda adı geçen il yazıcı defterinde kayıtlı bulunmaktadır. Keza yine belgelerde Aktan ve naldöken Yörüklerinde buralarda bulunduğu yazılmaktadır.
Fetihnamelerde, buralardaki Konya Türklerine hudut gazileri ünvanı verildiği yazılmaktadır. Bu Türklere miri, Yörülen Türkmenlerden denilmekteydi. Ulu Önder Atatürk özbe öz Türk olup, Konya ve aydın yörelerinden gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi'nin babası aydından Selanik'e gitme çok asil bir ailenin evladıdır. Annesi Zübeyde Hanımefendi'nin babası Aydınlıdır.
Bu bilgiler Başbakanlık Eski Müşaviri Şecaattin Zenginoğlu'nun "Bilgi Çağındaki Türk Gençliğinin Yükselen Sesi-1999" isimli kitabından alınmıştır.
ATATÜRK’ÜN KENDİSİNİ TANIMLAMASI:
(1) ”Benim hayatta yegane fahrim (onurum), servetim, Türklükten başka bir şey değildir.” “Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.” (Bozkurt, Mahmut Esat; Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İst., 1955, s.95)
(2)Bir İngiliz’in “siz hangi asil ailedensiniz?” sorusuna verdiği yanıt: “Anasının ve babasının asilliğiyle iftihar eden Teodoz, İtalya Yarımadasına inmek isteyen Türk Atilla’ya barış görüşmesinden önce sormuş: ‘Siz hangi asil ailedensiniz?’ Atilla’da ona cevap vermiş: ‘Ben asil bir milletin evladıyım!’ işte benim cevabımda size budur!” (Egeli, Münir Hayri; Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, İst., 1959, s.15)
(3) ” Türk, Türk olduğu için asildir… çoğumuz, büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz.” (Ünaydın, Ruşen Eşref; Atatürk Tarih ve Dil Kurumları (Hatıralar), TDK. Yayını. Ank., 1954, s.549)
(4)“… Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım (dır)”(Egeli, Münir Hayri, s.699)
(5)“Millî mevcudiyetimize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı…’Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!’ diyelim” ( Faik Reşit Unat’ın “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” Türk Dili Dergisi, Sayı 146, 1963 makalesinden aktaran Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ank., 1984, s.171-173)
(6)” Mensup olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir ferdi olmak sıfatıyla şanım ve şerefim vardır…” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II. derleyen Nimet Unan, Türk İnk. Tarihi Ens.yayını, Ank.,1959,s.143)
(7)Zübeyde Hanım’ın soyu Yörük’tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği’nin yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar’da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bunlar, “Konyarlar” ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve böyle anılmıştır. Aile, Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilir. Zübeyde’nin babası Sofi-zade Seyfullah Ağa, Selanik yakınlarındaki Lankaza’ya göçer ve bir çiftlik sahibi olur. Ve Zübeyde Hanım 1857′de burada doğar. Annesi, babasının üçüncü eşi Ayşe Hanım’dır. (Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.40-46 - Göksel, Burhan; Atatürk’ün Soykütüğü Üzerine Bir Çalışma, Kültür Bak. Yay., Ank.1994, s.7)
(8)M. Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım (1885-1956): “Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük’tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz” diyor ve atalarından bazılarının da sonradan tekrar Konya’ya geri döndüğünü de şöyle açıklıyor: “Dedem Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak.” (Güler, Ali; Atatürk Soyu, Ailesi ve Öğrenim Hayatı, Ank.1999, s.46)
(9)Makbule Hanım Yörüklük için şunları söylüyor: “…Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e “Yörük nedir?” diye sordum. Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler’ dedi.” (Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İst.,1958, s.33,23- aktaran Güler, Ali s.45)
(10)Yörük ile Türkmen eş anlamlıdır. Atatürk, soyunu açıklarken bunu da vurgular:“…. Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenler’dendir.” (E.B.Şapolyo, a.g.e.den aktaran Güler, Ali a.g.e. s.27, 28)
(11) "Millî mevcudiyetimize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı...'Türk'üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!' diyelim"
(12) " Mensup olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir ferdi olmak sıfatıyla şanım ve şerefim vardır..."
(13) Atatürk kendisini böyle tanımlıyor. Ben bir Türk'üm diyor ve bundan gurur duyuyorum diyor. Kişi, hissettiği milletten olduğuna göre bu sözler üzerine daha denecek bir şey yoktur. M. Kemal, bir Türk'tür ve koca bir Türk'tür, Türk'ün Atası'dır. Türk milletine, unuttuğu milli kimliğini tekrar kazandıran, ümmetten Türk milletine dönmesini sağlayan bir Türk'tür. Yeni Rıza Nurlara bunlar da yetmeyecektir. Hiç gerek olmadığı halde, konuya tam açıklık getirmek için, ana ve baba soyunu da irdeleyeceğiz. Kimdir, kimlerdendir ona bakacağız MUSTAFA KEMAL'İN ANNESİ YÖRÜK TÜRKMEN’ DİR. Zübeyde Hanım'ın soyu Yörük'tür. Fatih döneminde Karamanoğlu Beyliği'nin yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar'da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Konya bölgesinden geldikleri için bunlar, "Konyarlar" ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve böyle anılmıştır.
(14) Aile, Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilir. Zübeyde'nin babası Sofi-zade Seyfullah Ağa, Selanik yakınlarındaki Lankaza'ya göçer ve bir çiftlik sahibi olur. Ve Zübeyde Hanım 1857'de burada doğar. Annesi, babasının üçüncü eşi Ayşe Hanım'dır.
(15) Zübeyde Hanım'ın soyunu birde anlatılanlardan görelim. M. Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanım (1885-1956): "Annemden sık sık şunları dinlemişimdir. Bizim esas soyumuz Yörük'tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz" diyor ve atalarından bazılarının da sonradan tekrar Konya'ya geri döndüğünü de şöyle açıklıyor: "Dedem Feyzullah Efendi'nin büyük amcası Konya'ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak."
(16) Makbule Hanım Yörüklük için şunları söylüyor: "...Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk'e "Yörük nedir?" diye sordum. Ağabeyim de bana 'Yürüyen Türkler' dedi."
(17) Yörük ile Türkmen eş anlamlıdır. Atatürk, soyunu açıklarken bunu da vurgular: ".... Benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenler'dendir."
(18) Zübeyde Hanım'ın babasını, kocası Ali Rıza Efendi'yi ve Ali Rıza'nın babası Kızıl Hafız Ahmet Bey'i de tanıyan Selanik doğumlu Aydın Milletvekili Hasan Tahsin San (1865-1951)
(19) şu bilgileri verir: " Atatürk'ün validesi, Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden Fethullah Ağa'nın kızıdır. Selanik'te doğmuştur. Bu aile bundan 130 sene evvel (1800'lü yılların başı oluyor.) Sarıgöl'den Selanik'e gelmişlerdir. Vodina sancağının batısında Sarıgöl nahiyesinde onaltı köyden ibaret olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve Teselya'nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı hükümetinin sevk ve iskan ettirdiği Türkmenlerdendir. Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde hayat tarzlarını, kılık-kıyafetlerini değiştirmemişlerdi."
(20) Bir yabancı yazar da Atatürk'ün annesi hakkında edindiği bilgileri şöyle aktarıyor:"Mustafa'nın babası Ali Rıza Efendi, anası da Zübeyde Hanım'dı. Zübeyde Hanım... sarışındı; düzgün, beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik'in batısında Arnavutluk'a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türklerin Makedonya'yı ve Teselya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros Dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörükler'in kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Mustafa da annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi."
(21) Zübeyde Hanım'ın kendi ifadesi; oğlunun, kızının, kendisini tanıyanların ve de konu üzerinde çalışanların ortak ifadesi; Zübeyde Hanım'ın Yörük-Türkmen olduğudur. Yani Zübeyde Türk'tür. MUSTAFA KEMAL'İN BABASI YÖRÜK TÜRKMEN ‘DİR. Mustafa Kemal'in baba soyu, Aydın/ Söke'den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen, "Kocacık Yörükleri (Koca Hamza Yörükleri)"ndendir. Ali Rıza Efendi, Manastır'ın Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelmiştir(1839). Aile sonradan Selanik'e göçmüştür. Babası İlkokul öğretmeni Kızıl Hafız Ahmet Efendi'dir. Amcası, Kızıl Hafız Mehmet Efendi'dir. Taşıdıkları "Kızıl" lakabı ve yerleştikleri yere "Kocacık" denmesi; Ali Rıza Efendi'nin soyunun, Anadolu'nun da Türkleşmesinde katkısı olan " Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri-Türkmenleri"nden geldiğini göstermektedir.
(22) Anne soyunda olduğu gibi baba soyunda da en sağlam bilgiler önce Atatürk'ün, annesinin, kardeşinin anlattıkları; sonra çevrelerinin aktardıklarıdır. Makbule Hanım; "Babam Ali Rıza Efendi, Selanik'lidir. Kendileri Yörük sülalesindendir."
(23) Atatürk: "... Benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenler'dendir."
(24) M. Kemal'in Selanik'te mahalle ve okul arkadaşı, Kütahya Milletvekillerinden Mehmet Somer (1882-1950):
(25) " Atatürk'ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacık'lıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür... Bunların kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır."
(26) 10 Kasım 1993'te Milliyet gazetesi "Ata'nın Soy Kütüğü" isimli bir yazı yayımlar. Gazeteci Altan Araslı, Kocacık köyüne giderek bir araştırma yapar ve köylülerle konuşur. Kocacıklı Numan Kartal'ın aktardıkları: "Ali Rıza Efendi, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya gelir. Kocacık'ın nüfusu tamamen Türk'tür. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu'dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız."
Mustafa Kemal Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi (1841-1888). Ali Rıza Efendi 1841 yılında Selanik’te doğdu. Söke’den Selanik’e yerleşmiş Türkmenlerden “Kırmızı Hafız” lakaplı Ahmet Efendinin oğludur. İlkokulu Abdi Hafız Mahalle Mektebinde okudu. Selanik’te Evkaf İdaresinde katiplik, sonrada Gümrük Muhafaza Teşkilatında memurluk yaptı. Memurluğu sırasında, Hacı Sofi ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızı Zübeyde Hanımla evlendi. 1876 yılında da Selanik Asakir-i Milliye taburunda subay olarak görev alan Ali Rıza Efendi, daha sonra da kereste ticareti yapmaya başladı. Zübeyde Hanım’dan beş ****** oldu. Çocuklarından Naciye, Ömer ve Fatma fazla yaşamadı. Sadece Mustafa ve Makbule hayatlarına devam edebildi. Ali Rıza Efendi, 1888 yılında, tek oğlu Mustafa Kemal ilkokulda okuduğu sırada, rahatsızlandı ve öldü.
Atatürk ve Ailesi Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik’te doğdu. Orta Anadolu’dan göç ederek, Selanik’in batısında Arnavutluk sınırına yerleştirilen yörüklerden, Hacı Sofi ailesinden Feyzullah Ağanın kızıdır. Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur olan Ali Rıza Efendi ile evliliğinden beş çocuk sahibi oldu. Fatma ve Ömer’i daha küçükken kaybetti. 1888 yılında Mustafa ilkokuldayken kocasını da kaybeden Zübeyde Hanım, zaman zaman çocukları ile birlikte kardeşi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine giderdi. Bu sırada, Atatürk’ün ifadesiyle; iyi kalpli bir insan olan Ragıp Bey’le evlendi. Kızlarından Naciye de çok yaşamadı. Balkan harbinden sonra, birçok Türk ailesi gibi, kızı Makbule ile birlikte Selanik’ten göç etti ve İstanbul’a gelerek Beşiktaş-Akaretler’de bir eve yerleşti. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Zübeyde Hanım, 1919′da ayrılmak zorunda kaldığı oğlunu, yıllar sonra Ankara’da Devlet Başkanı olarak gördü. 14 Ocak 1923′te tedavi amacıyla gittiği İzmir’de 66 yaşında vefat etti.
Kızkardeşi Makbule Atadan Mustafa Kemal Atatürk’ün kız kardeşi olan Makbule Atadan, 1887 yılında Selanik’te doğdu. Balkan Savaşlarından sonra, annesi Zübeyde Hanım’la birlikte Selanik’ten ayrılarak İstanbul’a yerleşti. Cumhuriyet’in ilanından sonra ağabeyinin isteği üzerine, annesiyle birlikte Ankara’ya geldi. Bir süre Atatürk’ün yanında kalan Makbule Atadan, daha sonra Çankaya Köşkü arazisi içinde kendisi için yaptırılan Çamlı Köşke yerleşti. 1930′da Atatürk’ün isteğiyle Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasına giren Makbule Hanım birkaç ay sonra parti kapatılınca siyasetten çekildi ve 1935′de milletvekili Mecdi Boysan ile evlendi. Makbule Atadan’ın ağabeyi Atatürk ile ilgili anıları “Büyük Kardeşim Atatürk (1952)” ve “Ağabeyim Mustafa Kemal (1952)” adlarıyla yayımlandı. 1956 yılında 69 yaşında öldü.
</div> <div style="position:relative;z-index:77200;width:700px;height:200px;background:#fff url(http://4.bp.blogspot.com/-SHLTP9gbijQ/UGXHZPozS1I/AAAAAAAAOFk/4Vzqj9WrzXM/s1600/koddostu-loadin.gif) no-repeat 0px 0px;margin-top:-100px;"></div> </center> </div> <script type="text/javascript"> /* Bu çalışma Creative Commons Attribution 3.0 Unported Lisansı ile lisanslanmıştır. var koddostusayac = 15 Kodlayan: www.koddostu.com */
var koddostusayac = 15 mykoddostu=setInterval(function(){if (koddostusayac!=0){koddostusayac=koddostusayac-1;document.getElementById("vabilappab").innerHTML=koddostusayac;}else{clearInterval(mykoddostu);}},1000); setTimeout(function(){document.getElementById("koddostu-sysf").style.display="none";},15000); </script> <!--Bu çalışma Creative Commons Attribution 3.0 Unported Lisansı ile lisanslanmıştır.--> <!--Telif Sahibi: www.koddostu.com--> <!--Kod Dostu Profesyonel Reklam İntrosu STOP-->
ÖNİZLEME
CTRL+F Yapıp http://i.hizliresim.com/8kb10d.png bu linki aratıp reklam resminizi koyun.