Hoşgeldin Ziyaretçi



Konuyu Oyla:
  • Toplam: 0 Oy - Ortalama: 0
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Mustafa Kemal ATATÜRK'ten Anılar
#1
GAZİ PAZAR YERİNDE

Sakarya savaşından sonra idi. Ilık bir güz sabahı. Akşehir'in pazar yeri karınca yuvası gibi kaynıyor. Bin ağızdan bin ses.Bir aralık, ortalıktaki uğultu perde perde sönmeye başlıyor, pazar yerini bir tapınak sessizliği kaplıyor. Yalnız kulaktan kulağa bir fısıltı:

- Gazi gelmiş, gazi.

Bütün gözler bakışlarıyla aynı yöne dönüyor; Gazi, o ölçülü güzel yürüyüşüyle yavaş yavaş ilerlemekte, ara sıra sergilerin önünde durup ilgilenmekte. Belli, alış-verişe çıkmış; ama O, başka bir şey değil yalnız gönül alıyor. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların kesimine geliyor.
- Nasılsınız bacılar ?
- Sağ ol Paşam,

Kadınlar Paşalarına özlem dolu gözlerle kana kana seyrederken kendilerini tutamıyorlar:
- Güzel Paşam.
- Yiğit Paşam .
- Yiğitlerin yiğidi Paşam.
Paşa utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine soruyor:
- Erin var mı bacım?
- Var Paşam, cephede.
- Ya senin ?
- Kanı helal olsun, benimki Çanakkalede kaldı. Gazi daha sonra soracak, soracak ama yüreği yanıklardan alacağı yanıtların çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale'sinden sonra Kafkas'ı, Kanal'ı, Galiçya'sı, İnönü'sü, Sakarya'sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiç birşey istemeyen, beklemeyen seslerle.

Paşa, gözleri buğulanmış, bir an düşünüyor ve hemen, bu kez, sakin adımlarla, geldiği yana yöneliyor, bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor.

O gün pazardan köye dönen bacıların parmakları, Gazi'nin armağan ettiği yüzüklerle süslü, yürekleri yaşantılarının övüncü ile dolu idi.

YERE DÜŞEN BARDAKLAR

Az önce küme küme, birbirinden ayrı, birbirinden uzak birer alem yaşayan bahçe halkı ansızın ortak bir topluluk gibi aynı duygunun çevresinde birleşmiş oldu. Atatürk'ün onları öylesine büyülemiş, gönüllerini o denli kaynaştırmıştı. Onun toplayıcı gücü kendini burada da göstermiş.

Oraya boğaziçi mehtabının tadını çıkarmaya gelenlerin gözüne., O'ndan başka her şey ratık görünmez olmuştu. Müzik susmuş, şimdi herkes, okşanan bakışlarla O'na bakıyor, sesini duymak için konuşmasını bekliyor.

Oysa, kendisi buraya birkaç saat kendi kimliğinden ve çevresinden uzak, etkisiz,protokolsuz, sıradan bir yurttaş özgürlüğünü yaşamak için gelmişti.

Bakyı olmuyor. Üstelik eğlencesini bir yana koyan halkın, kendisinden bir şeyler beklediğini de görmekte. Ata bir gence yönelerek bu bekleyişe son veriyor:

- Siz delikanlı, ne iş yapıyorsunuz ?

Delikanlı biraz şaşkın , ama çok mutlu, ayağa kalkıyor:

- Resim yaparım Paşam.

- Güzel. Demek sanatçısınız.. Şimdi bize sanatın ne olduğunu anlatır mısınız ?

Genç, sanatın tanımını yapıyor. Ata toluluğa bakarak:

- Nasıl ? Bu tanımı nasıl buldunuz ?
Diyerek bir konuşma açıyor.

Müzikle uğraştığı başka bir genç kalkıyor, değişik bir tanım yapıyor. Bu akademik konuşma umulandan çok ilgi topluyor, tartışma genelleşiyor, söz isteyenler parmak kaldırıyor. Derken konu değişiyor. Bu kez hukuk ele alınıyor.

Herkes kulak kesilmiş, Atatürk'ün bu konular üzerindeki düşünceleri dinlerken araya beklenmedik bir olay giriyor. Eşi ve ***********yle bir köşede oturan yaşlıca bir efendinin elinden nasılsa bir bardak kurtuluyor ve o sessizlik içnde kulakları irkilten bir gürültü ile yerde parçalanıyor. Herkesin yerici gözleri bu yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanıyor.Adamcağız nerede ise, sakarlığının verdiği utançtan ölecek. Demeye kalmadan ikinci bir şangırtı, bu kez bakışlarını kendi bardağınıda yere bıraktıktan sonra eli henüz havada duran Ata'nın gülen yüzü ve hoşgörülük taşıyan gözleri üzerine çekiyor.

Ve halk, bu davranıştaki inceliği kavradığını uzun,çok uzun alkışlarla anlatıyor.

ATATÜRK SÜNNET DÜĞÜNÜNDE

Mehtaplı bir yaz sonu gecesi , Boğaziçi kıyılarını okşarcasına bir motor geçiyordu. İlk geçişi değildi.Onun için herkes o motoru tanır, içinde kimin bulunduğunu bilir, bilindiği için tekne uzaktan görünür görünmez kadın erkek, çoluk çocuk, herkes kıyılara dökülür, yalı pencerelerinden sarkar, çılgınca alkış tutarak "Hoş geldin, yaşa Atatürk!" diye haykırırdı. Sevinç göz yaşlarını da tutamazdı. Atatürk de halkın bu coşkun sevgisini elini sallayarak, kadehini kaldırarak karşılardı.

O gece de öyle olmuştu. Acar motoru önce rumeli yakasını kıyı kıyı geçmiş, sonra Anadolu yakası boyunca geri dönüyordu.

Bir yalının önünden geçilirken, bahçe, sevinçli bir olayı kutlamakta olduğu belli olan bir topluluğun alkışları arasında yalvaran, direnen çağrı haykırışları yükseldi.

Ata, "Yanaşalım."dedi. Böylece, sünnet düğünü olduğu anlaşılan bu derneğe Ata'nın katılması oradakiler için unutulmayacak bir mutluluk oldu. Atatürk *********** sevdi, analarını babalarını kutladı; ortalığı bir bayram havası kapladı.

Ata bir aralık kalem kağıt alıp yazdığı bir belgeyi ***********n babasına şu sözleri katarak verdi:

- Biz düğününüz olduğunu bilseydik hazırlıklı gelirdik, şimdi *********** sevindirecek bir şeyimiz yok. Siz yarın bu kağıtla İş bankası'na uğrar, sonra çocuklara bizim adımıza birer armağan alırsınız.

Çocukların babası kağıdı saygı ile eline aldı ve:

- Atam, dedi, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu kağıt değerince olamaz; izin verin, bunu ailemizin ve ***********mın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.

Ata adamın bu ince düşünüşü ve tokgözlülügünden çok daha duygulandı ve şu yanıtı verdi:

- Peki, siz bu kağıdı saklayın, yarın yerine bankaya uğrayın ve *********** bizim adımıza sevindirin.

ATATÜRK'ÜN HOŞ FIKRALARINDAN

KÖY AĞASININ SİLAHLIĞI

"Arabınkibi Araba, Aceminkini Aceme geri verirsek bize uzun kollu bir buhara hırkasından başka birşey kalmaz."

Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı birkaç ülkücünün dilimizde denemek istedikleri "tasfiye" işini Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.

Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.

Türkün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türkün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir anlayış beslerdi. "Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi ?" diye soruyor ve bu sözü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: "Araplarla tanışıncaya dek türkün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus, insaf, vicdan gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türkün de tarihte gaflet anları olmuş, birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız."

Atatürk, bir ulusun, dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:

"Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış... Kurulanmış... Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.

Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çırpınan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: "Görenler Allah için söylesin, ben bu kılıkta gelebilir miydim ?"

Ata öyküsüne şunu da katardı:

- Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama Türkün, yurdundan dilsiz çıkmadığına hala akıl erdiremeyen gafiller vardır.

ATATÜRK 'LE ÇOBAN

Atatürk arada bir güzel havalarda kırlara çıkmayı severdi. Bir arabaya atlar, bir süre gittikten sonra arabadan iner, biraz da yaya dolaşırdı.

Böyle bir gezinti sırasında dağ başında, kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girmiş, sürüden, koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
- Sen Atatürk'ü bilir misin ?
- Bilmez miyim efendi ? Ona Gazi Paşa da derler.
- Peki, ne yapmış Gazi Paşa ?
- Efendi, onun neler yaptığını sen benden iyi bileceğin.
- Onu görmek ister misin?
- Ah, Efendi, istemem mi, ama ben onu nerden göreyim ?
- Öyleyse bana bak, o bana çok benzer.

Çoban övünme sandığı bu söz üzerine dudak bükerek:
- Hadi ordan! Senin kılığında Atatürk mü olur ? Sakalın bıyığın bile yok, karşılığını vermiş.
Ata, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir anı olarak anlatır ve şöyle bitirirdi.
- Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı sakallı kalmaya razı oldum.

AYŞE KADIN

Atatürk, sırası geldikçe, başından geçen hoş serüvenleri, birazda çeşnilendirerek anlatmaktan hoşlanırdı. Bir gün sofrada laf dönüp dolaşarak ev kadınlığı konusuna dayanmıştı. Bir ara Ata gülerek:
- Durun size bu konunun bana hatırlattığı bir hikayeyi anlatayım, dedi.

Hikaye şu:

Kızı Sabiha Gökçen Eskişehir'de uçak birliğinde görevli iken birkaç günlüğüne Ankara'ya gelmiş. Dönmek için ayrılacağı sırada Atatürk'e, köşkte ortalığı gereğince bakımlı ve düzenli bulmadığını, erkeklerin bu işleri beceremediğini söyleyerek şöyle bir öneride bulunmuş: Eskişehir'de kendisine hizmet eden aklı başında, hamarat, yapacağını bilen, yaşlı başlı kadıncağız varmış, tam buraya göre biçilmiş kaftan; onu köşke gönderecek; kendisi nasıl olsa birini bulabilecek.

Ata, Gökçen'in dediği gibi ortalıkta bakımsızlık görmüyor ama "kimi, kadın gözü başka,buraya bir kadın eli değse her şey kim bilir nasıl değişiverecek." diye düşünmüş ve "Çok iyi, o kadını gönder sen!" demiş. Kadın üç gün sonra gelmiş.

Ata, dili düzgün, az çok okuryazar, görgülü, hanım kılıklı bir kadın beklerken bir de ne görsün: şalvarlı, saf bir nine.

Ata onun yapacağı işleri anlatmaya girişince:

- Bilirim, bilirim, Gökçen Hanım kızım bana hepsini belirtti. Süpüreceğim, toz alacağım, ortalığın düzenine bakacağım, zil çalınca koşup ne buyurduğunu soracağım, sen hiç merak etme, demiş.

Kadıncağız güya işe başlamış, ama telefon zili ile çağırma zilini bir türlü ayırt edemiyor. Ne zaman telefon zilinin çaldığını duysa "Buyur Paşam." diyerek Ata'nın yanına koşarmış.

Bir gün gitmiş:
- Paşa demiş, ben o hortumlu makinayı rahat kullanamıyorum, sen pazardan bana bir süpürge al e'mi ?

Paşa, pazara gidip kendisine boy boy süpürgeler alacağını vaat ederek savmış ama bir yandan da, kalbini kırmadan, başından bütün bütün nasıl savacağını düşünmeye başlamış.

Ertesi gün çağırmış:
- Ayşe kadın, demiş, Gökçen Hanım'dan mektup geldi, sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi ?

Kadın düşünmüş, düşünmüş:

- Bilirdim ben, bilirdim bensiz yapamayacağını, ama seninde hatırını kırmak istemedim de geldim; iznin olursa varayım bari, yazık olur kızıma! demiş.

Atatürk de, bağrına taş basarak (!) ertesi gün onu yolcu etmiş.

MAKBULE HANIM'IN PEMBE ODASI

Ata yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin böyle umulmadık davranışları olabileceğini belirtmek isterdi. Nitekim gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler yazdığını, bir aralık ticarete heveslenip annesinde bulunduğunu bildiği parayı bu iş için istediğini, annesinin parayı kendisine verirken "Baban da bu yolda epey para batırmıştı."diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda batırdığını uzun uzun anlatır, yaşantısının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.

Bir gün kardeşi, Makbule Hanım'ın da bir saflığını ele almıştı.

Bilindiği gibi, Yunan hükümeti Ata'nın çocukluğunu geçirmiş olduğu Selanik'teki baba evini kamulaştırarak bir anıt haline sokmuş, anahtarını da kendisine sunmuştu.

Atatürk bu jestten çok duygulanmış, olayı kız kardeşine anlatmış.

Makbule Hanım'ın tepkisi şöyle olmuş:
- Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı, yine bana ayrılsın.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu anlayış Ata'nın pek tuhafına gitmiş ve olayı sofrada gülerek anlatmaktan kendini alamamıştı.

ATA'NIN ANAFARTALAR'DAN BİR ANISI

Atatürk Anafartalar'da düşmanı şaşkına çevirirken gerektikçe hısımının durumundan bilgi edinmek için "Bir dil yakalayın!" der, Mehmetçikler de ne yapıp yapıp karşı taraftan asker yakalar getirirlermiş.

Bir gün getirilen dilden gerekli bilgiler alındıktan sonra Ata sormuş:

- Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için ta oradan buraya gelmişsin ?

Zelandalının bunu sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine Ata:
- İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin! deyince tutsak şu karşılıkta bulunmuş:
- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim? Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim!

Meğer Mehmetçik, Zelandalıyı en can alacak bir yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya dek sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden Türk siperlerine deyin sürmüş.

Ata bu öyküyü anlatır. Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule gülerdi.

ATATÜRK'ÜN ANLATTIKLARINDAN

KOLAĞASI MUSTAFA KEMAL GİRİT ADASINDA

Meşrutiyet ilan edilmiş, ülkenin her bucağı düğün bayram içinde. O sırada Kolağası Mustafa Kemal Bey siyasal bir görevle Garp Trablus'a giderken bindiği gemi Girit'in, Hanya limanına uğruyor.

Anayurttaki sevinç ve heyecana candan katılan ada Türkleri gemiden çıkan yolculardan vapurda bir Türk subayının, hem de Abdülhamit'e karşı ayaklanan subaylardan birinin bulunduğunu haber alınca hemen bir çağrı kurulu gönderirler, selamlarını, sevgilerini, özlemlerini ulaştırıp karaya çıkmasını yalvarırlar. Vapur orada birkaç saat kalacağı için gönülden gelen bu çağrıyı Mustafa Kemal geri çevirmez.

Öykünün arkasını kendisinden dinleyelim: "Vapurdan indik, karaya çıktık. Bana sevgi ile özlemle bakan halkın arasında gerçek Türk mahallesinde, ortasında bahçe içinde küçük bir köşk bulunan küçük bir meydanlığa geldik. Oranın belli başlı kişileri bizi o köşkte bekliyorlarmış. Meşrutiyetin ilanıyla doğan şaşalı umutlardan söz ederken dışarıda halkın toplandığını gördüm. Çıkıp onları selamlamak, gönüllerini hoş etmek gerekti. Çıktım. Candan karşılandım. Ben de candan konuştum. Bu çok heyecanlı bir karşılaşma olmuştu. Bir aralık baktım, uzaktan bir Yunan subayı geliyor. Adamın tavrından halkı dağıtmak için beni susturmaya geldiğini anladım. Onun sözüyle susmuş olmayı kendime yediremezdim. Konuşmam da sonuna gelmişti. O yaklaşıncaya dek ben sözümü bitirmiş, halkı selamlayarak çekilmiştim. Çekilirken de dikkat ettim, adamcağız kendisine boy gösterme fırsatı kalmadığı için üzüntülü bir şaşkınlığa uğramıştı."

MUTLU BİR DALGINLIK

Savaşın sıkışık zamanlarında orduya bozgun yaratabilecek davranışların komutanların hemen o anda kendi elleriyle ölümle cezalandırılmaları bir görenektir. Birinci cihan savaşında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutan dile düşmüştü.

Bir gün Atatürk'ün sofrasında bu konu ele alınmış, tartışılıyordu. Kendisi bu çareye hiç bir zaman baş vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz ve duygusuz kişiler olduğunu söyleyerek:

- Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık beni bu kara lekeden kurtarmış oldu. Diyerek olayı anlattı:

Kurtuluş savaşının başında, herkesin kendisini sorumsuz birer baş saydığı o günlerde bir tanıdığının, hiç bir hoşgörürlükle bağışlanamayacak ağır, çok ağır bir suç işlediğini haber almış. O denli üzülmüş ve öfkelenmiş ki ne olursa olsun, o herifin cezasını kendi eliyle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapılmış. Hemen arabasına binerek suçlunun kırdaki evine koşmuş. Yolda giderken de, pantolonun arka cebinde duran tabancasını, kolaylık olsun diye paltosunun cebine aktarmış.

Arabayı uzaktan görüp tanıyan adam konuğunu buyur etmek üzere evin kapısını açarken Ata da bahçe kapısından içeri giriyormuş. Hemen o anda tabancasını çekmek için elini arka cebine atmış, cebi boş!

Tabancanın yerini değiştirmiş bulunduğunu hatırlayıncaya dek adam işi anlamış, hemen geri dönerek arka pencereden atlamış ve o semtin bağları içinde görünmez olmuş.

Ata onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan başka bir şey yapamadığını anlattıktan sonra sözünü şöyle bitirmişti:

- İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu mutlu dalgınlık kurtarmıştı.

MUSTAFA KEMAL VE GENERAL TOWNSHEND

Birinci Dünya Savaşında Irak'ta İngilizlerle savaşıyorduk. Bir aralık ele geçirdikleri Kutülemara kalesini az sonra bizim ordu çevirmiş, epey uğraştıktan sonra düşürmüş, içindekileri de komutanları general Townshend ile birlikte tutsak etmişti. Komutan İstanbul'a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada'da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü.

Anadolu'da Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra General Townshend'in güney kıyılarındaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Ata onu Konya'da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca general şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor:

- Af edersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka kemal sanmıştım.

- Nasıl bir Kemal ?

- Kutülemara'da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...

- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz. Buyurun, oturun.

General oturur. İki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.

General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Paşa şöyle bir öneride bulunur:

- Ben Ankara'ya döneceğim. Orada içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim? Onlarla da tanışmış olursunuz.

Ankara'ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönmek üzere vedalaşırken Paşa ona soruyor:

- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?

- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.

Paşanın karşılığı şu olmuş:

- Bunu biliyordum; fakat bu halin size de sezdirecek derecede olduğunu şimdi anlamış oluyorum.

SAKARYA SAVAŞINDAN DÖNÜŞ

Sakarya Meydan Savaşı Türk silahları utkusu ile sona ermiş, Gazi Ankara'ya dönüyormuş. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başbuğuna törenli bir karşılama düzenlemişler,Ankara garından başlayarak şehre doğru yolun iki yarısında sıra ile dizilen hükümet ve meclis üyeleri, öğrenciler, esnaf ve halk, Gazi gittikçe alkış tutuyorlar ve arkasına takılarak büyük bir alay halinde ilerliyorlarmış.

Meclis binasının önüne gelinmiş, gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almakta. Meğer bu tören şöyle düzenlenmiş: "Cemaat" halinde Hacı Bayram Veli'nin türbesine gidilecek, onun "yüksek maneviyatının yardımıyla" kazanılan bu büyük utku için orada dua edilecek, sonra Meclis'e dönülerek nutuklar okunacak.

Gazi:

- Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam! deyip doğruca Meclis binasına sapmış.

Ata bu olayı anlatırken sözüne şunu da kattı idi:

- Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yetersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilen gücün evliyaların, yatırların "maneviyatı" olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.
[img=0x200]http://i.hizliresim.com/vL7jVO.png[/img]
Cevapla
Teşekkür verenler:


Hızlı Menü:


Şu anda bu konuyu okuyanlar: 2 Ziyaretçi


10tl.net Destek Forumu -

Online Shopping App
Online Shopping - E-Commerce Platform
Online Shopping - E-Commerce Platform
Feinunze Schmuck Jewelery Online Shopping